Paris Gezisi

KENTİN KIYILARINDA: BİR GEZİNİN GEÇ YAZILMIŞ NOTLARI

Sabahın beşinde tıkır tıkır bavul sesleri ile çıkılan bir yolculuk. Daha heyecan vericisi yok benim için. Seslerden oluşmuş dünyamda, huzur verici sesler içinde, en huzur vereni. Hava alanı, pasaport kontrol, alışveriş cenneti derken başladı yolculuk.

Gerçek 1:

Çöp kenarında, kediler için bırakılmış yemeği yiyen adam. Karnıma yumruk yemiş gibi hissettiğim o an, kentin kıyısında falan değildim. Muhtemelen kendi yaşamadığı, kentin tam ortalarında bir yerde, kendi heyecanımdan burnumun ucunu göremediğim bir zamanda gördüm bunu. İlk darbe sarsıcı oldu.

Hayatının büyük kısmını, şehrin uzak, unutulmuş, görülmek istenmeyen yerlerinde yaşamış biri olarak, benim nabzım -ve bence şehrin nabzı da- oralarda atıyor. Hayatın aktığı yer kıyılarda. Görülmeyende ve bakılmayanda. Caddeler boyu akan kalabalık ve buharlı ve kötü kokulu hayatlar.

Orada yaşarken kendini oraya ait bulmadığın bir his. Ben onlardan biri değilim nasılsa hissi. Camdan bakarken, görmek istemediğinde odana kaçma lüksünü de içeren, ayrıcalık lütfu.

Gerçek 2:

Babanın, öğretmenin olarak, sınıfın ortasında eğilerek, kapıcı çocuklarının bile senden yüksek not aldıklarını fısıldaması ve ömür boyu içinde kalan olamama hissi. O fısıldayışın enseni karıncalandıran utanç hissi…

Bunun adının faşizm olduğunu anlamam otuzlu yaşların başını buldu. Artık bu duygu içerisinde debelenmiyorum fakat kendini yabancı dille ifade ederken yaşananda olduğu gibi, kriz anlarında yüzleşmek zorunda olduğum, içimden fışkıran duygular temelini buralardan alıyor.

Yüzleşme:

Onlardan olmama, kapıcı çocukları ve bütün diğerleri. Ben ve ötekiler arasındaki bütün sınırlar ve kaybolan kıyılar. Faşizm iki kişi arasındaki ilişkide başlıyordu evet ama daha da önce insanın kendisi ile olan ilişkisini keskin bir şekilde biçimlendiriyordu da. İçimdeki minik faşist…Matematik defteri üzerinde yürümeye benzeyen, cetvel sırtında geçen bir hayat.

Uçak Paris’e buz gibi bir öğlen vaktinde indi. Uçaktan iner inmez doldurulduğun bir otobüs ve bir dolu insan. Ve hava alanının arka kapısı. Bir gariplik var. Her zaman bütün dünyadan seyahat eden insanları görebildiğin, bütün dünya vatandaşları ile karşılaşabildiğin bir kapı değil burası. Bu kapı kırmızı liste kapısı. Pandemi ile ayyuka çıkmış ayrımcılığın en görünür yüzü. Pek de görülmek, bilinmek istenmeyen ülkelerden gelenlerin, ülkeye bir anda fırlatıverdiği kapı. Avrupa Birliği ülkesi pasaportuna sahip olanların bile, pek de istenmeyen ülkelerden gelenlerin görüntüsüne sahip olduğu bir değişik dünya. Bu dünyada İngiliz, Fransız, Hollandalı veya Belçikalı kimse yok görünürde.

Kendimi diğerlerinden ayıran başka biri olmamın pırıltılı dünyasından, görülmek istenmeyen öteki olmanın koridorlarına savruluyorum. -Bir kahve içecek yer bile yok mu?-

Turist olarak gezerken başka biri olma lüksüne sahip olan ben, bu sefer odasına kaçma lüksü olan bir genç olma ihtimalimi de geride bırakmış oluyorum. Basbayağı bir öteki olarak, tıkışık metrolarda bir yer bulmaya çalışıyorum kendime.

İlk gittiğimde ve sonraki birkaç gidişimde benim için bir hayal kent olan Paris, bu sefer en iki yüzlü yanını önüme döküyor.

Pasaport kontrolünde çalışan polisler, görevliler, hizmetliler de ya siyahi ya da en iyi ihtimalle Avrupalı olmayan bir yerlerden. Bu konforlu ikiyüzlülük karşısında gerçekten aklım yerinden oynuyor. Dünya tarihini yerinden oynatmış bir devrime sahne olan bu ülkede, inandığım değerlerin bir bir elimden kayması canımı yakıyor. Özgürlük, eşitlik bir de neydi?

Gerçek 3:

Gittiğimiz günlerde Türk lirası keskin şekilde değer kaybetmeye yeni başlamıştı. Gittikten sonra, Euro’nun fırlamasından başka, zaten bizim ülkenin ekonomik durumu Fransa’da geçireceğimiz zamanı ve mekanları biçimlendirmişti.

La Défense bizim için, şehir merkezine en yakın ve en uygun fiyatlı seçenek olarak kaldı. Bir yandan da şimdiye kadar gördüğümüz, bildiğimiz, dinlediğimiz, chansonlardan müteşekkil bir Paris’ten başka bir Paris’i görme imkanıydı.

Café’ler, müzeler, meydanlar, parklar dışında bir görme biçimi oldu bizim için. Dev binalar, vinçler, garip heykeller, labirentli metro çıkışları ve inanılmaz bir distopik anıt La Grande Arche ile yaşadığım çarpışma, Paris’e dair yaşadığım büyülü dünya hayalini elimden almış oldu.

Hava alanı dışında, sokaklarda da aynı ayırım devam ederken, ben yüzümü bu sefer sokağa çevirdim. Çalışanlara, koşturanlara, vakti olanlara, vakti olmayanlara, aynı blokta bir hafta komşuluk yaptığımız insanlara, hayat akıyordu, hem de çok acımasız akıyordu. Benim steril hayallerimin ötesinde, yıkıcı bir hayat akıyordu hem de.

Bu akışkanlık içerisinde geçirdiğimiz süre boyunca, bizi sarıp sarmalayan, her işimizi kolaylaştıran, arkadaşlıkları ile bizi bam başka dünyalara götüren bağlar kurabildiğimiz için çok şanslıydık. Çünkü arkadaşlık bu dünyadaki en gerçek bağ. En başta bu serginin gerçekleşebilmesi sevgili ressam arkadaşım Asilva ve beni tanıştırdığı Verjin Hanım’ın destekleri sayesinde olabildi. Kardeşim Deniz ile ilk defa birlikte çalabilme şansım oldu. Eşi Deniz ve yeğenlerim ile  bizi Paris’in bir köşesinden, öbür köşesine her istediğimizde götürmeleri, en büyük lüksümüz oldu. Sergisinin Fransa’da gerçekleşebilmesi, Paris’e gittiğimizde serginin asılması, organizasyonu ve açılışı  ile ilgilenen Hakan Bey ve Doktor Demir Fıtrat Önger Bey bizim oradaki en büyük destekçilerimiz oldular. Bir büyücü lambacı, arkadaşım Ara, müzeye çevirdiği ve hepimizin kendini kaybettiği atölyesinde, kendi büyülü dünyasında bizi misafir etti.

Davetlisi olduğumuz Edebiyat Ödülleri Gecesi ise şampanya ile rakının, makaron ile yaprak sarmasının yan yana durduğu, gerçek dışı bir dünya gibiydi. Gecenin gerçekleştirildiği binanın tarihi içerisinde, şimdiye kadar gördüğümüzden çok farklı bir entelektüel topluluğu görme şansımız oldu. Kime yakın kime uzak durmaya çalıştığı pek de anlayamadığım garip bir edebiyat topluluğu olarak yer etti içimde. Bir de pazarlama stratejisi falan üzerine kafa yormamı sağlayan ve yine dönüp kendime bakmam gereken yerlerim olduğunu hatırlatan bazı tartışmalara yol açtı. İnsanız, yol alıyoruz bu hayatta…Hepsi kendi adıma ayrı hikâye.

Ercüment’in her sabah semtin 5 farklı fırınından alıp getirdiği kruvasanlar, tartlar, tatlılar ile başlayan gün, yalnızca evde ağırlanabilecek kişi sayısına (4 kişi) ancak yetecek kadar eşyaya sahip airbnb evimizde, içtiğimiz kahvelerle sokaklara savruluyorduk. Akşam yemekleri ayrı bir macera. Apartmanın karşısındaki Carrefour, ucuz şarapları ve peynirleri ile tam anlamı ile bizim için cazibe merkeziydi. Paris’ten ona kart atmamı isteyen arkadaşım için kart ve postane aramak, sigara alabilmek için sabahın köründe tabac aramak gibi son derece sıradan ama son derece hayati yürüme gerekçelerimiz vardı. Hayat bütün gerçeklerle daha güzeldi. La Defence’nin garip gökdelenleri arasında eksi bilmem kaç derece soğukta kaybolmak gibi garip bahanelerimiz de oldu yürümek için. Sonuçta bir şehir en iyi yürürken öğreniliyor. Şehrin nabzı yürürken kendini size duyuruyor. Yürürken görülen duyulan şeyler her zaman çok da duymak istemediğiniz sesler olsa da başka türlüsü en azından benim için artık mümkün değil. Hayata karışmadan, kıyısından yaşamaya çalışmak yaşamak değil çünkü kanımca.

Aynı Paris bizim için başka bir sürpriz saklamıştı. Distopyanın kalesi La Grande Arche’nin tersine, Louis Vuitton Foundation, bizi bir masalsı dünyanın içerisinde sarıp sarmalamıştı. İnsanın dönüp kendi içine bakma isteği oluşturan cam merkez, mimar Frank Gehry’nin, karalamalardan büyüterek tasarladığı dev bir şato gibi bizi karşıladı. Kendi içine sıkışmış Paris’te, kendi olmaya ve diğerleri gibi olmamaya inat etmiş biri gibi, içinde bulunduğu parkın da kentin de bağlamından taşarak var olmaya devam ediyor.

Yüzleşme:

Fransızlar tam anlamıyla ellerini hiçbir şey için kirletmiyorlardı. Metro çıkışında pusuya yatıp, yolcuların kartlarını kontrol edenler ve cezayı kesenler yine tanıdıklarımızdandı. Kusanı, işeyeni, olmamış olanı, beğenmediğini, istemediğini el altından harcıyordu Fransa. Biz kendi distopyamızın ve sıkışmışlığımızı bu şehirde sergilerken, bam başka bir sıkışıklık, basınç ve bam başka bir irade ile tanıştık. Pandemi koşulları kılıfıyla gerçekleştirilen ayırımcılık, bütün kılcal damarlarından fışkırıyordu.

Fransa -Paris özelinde- yalnızca kendini seviyordu. Kendinden olmayana, kendine benzemeyene en ufak tahammülü yoktu. Biz Charlie Hebdo’da aslında ne olmuştu, Sarah Halimi’ye ne oldu diye sorarken, aslında Fransa oralarda ne olduğunu pek de bilmek istemiyor gibiydi aslında. Kendinden olmayanı sevmeye de niyeti yoktu pek. Seversen ilgilenirsin, sevmediğin şeyle ilgilenmezsin. Bütün bu konular ile ne düzeyde bir ilgi biriktirdi, büyük ve demokratik ve insan haklarına saygılı ve sıralanabilecek bir sürü güzel özelliğin sözde göründüğü ama temelde bana kalırsa bunların getireceği konfor ile meydana gelen bu bağımsız olayların sağladığı hareket birleşti.

Aslında, bu serginin ve bu seyahatin sonunda sormak istediğim, bir insan bir insanı neden sevmez? Bir ülke başka bir ülkeyi neden sevmez? Politik çıkarlar tabii ki benim de aklıma geliyor ama sonuç olarak düşünmemiz gereken şey sevmeme yeteneğimiz mi yoksa insanın sevebilme kapasitesine olan inancımız mı olmalı? Geleceğe olan bakışımızı hangisi belirleyecek olan?

Bir arada yaşamak ile ilgili daha güçlü bir inanca ve tutkuya sahip olmamız gerektiğini düşünüyorum. Nefret etme değil, umut etme kapasitemizden kendini doğuran…