Manifesto

#totaliter #distopya #faşizm #öteki #anarşizm #ütopya #charliehebdo #kaos #sokak #hareket #canlılık #yaşam #ilişki #sarahhalimi

“içimizde yaşayan fakat öteki bırakılan, görülmek istenmeyen, yüz çevrilen yanlarımıza yer bulma çabası”

Ömer Faruk “her canlı türü kendi biricik hikayesini yaşamak için dünyaya gelir!” diyor. İçine sıkıştırıldığımız kentlerde hikayelerin bir önemi yok. Yalnızca koşturma, asık suratlar, beton, asfalt ve huzursuzluk var. Elbiselerimiz kaşındırıyor, ayakkabılarımız sıkıyor ama değiştiremiyoruz. Bu hayatın içinde donup kalmış gibiyiz.

Demokratik hakların, her türden özgürlüğün elimizden alındığı, farklı hayat tarzlarının sonuna kadar yok sayıldığı, üzerimizdeki baskının ve basıncın giderek arttığı bir dönemden geçiyoruz. Ekonomimiz kırılgan, sınıflar arasındaki fark giderek açılıyor. Bir kontrol mekanizması olarak, bize belirlenen sınırlar içerisinde, izin verildiği ölçülerde ve ancak izin verildiği gibi hayatları yaşama şansımız var.

Bütün bu baskı ortamında ancak kendi hayatlarımıza dönük, bencil ve korkak ilişki yapıları içindeyiz. Öteki veya kendimiz ile kurduğumuz ilişkiler çok benzer. Hep cetvel üzerinde yürümek gibi. Hesapçı ve hesaplı. Hep planlı. Özgürce ve içimizden geldiği gibi bir yaşam hayalden öteye gidemiyor. Bu hayale sahip olanlar zaten bir garip.

Canlılığı ve heyecanı kalmamış hayatlar içerisine sıkıştırıldık. Kadınları mutfağa ve kendi bedenlerine gömen, erkekleri kendi erklerine hapseden, çocuğun çocuksuluğunun psikolojik problem olduğu, yaşlının yaşlılığının zayıflık göstergesi yapıldığı ve toptan yok sayıldığı, herkesin 30 yaşında olduğu, yalnızca bedenler üzerinden pazarlanan harika bir düzen.

Bu düzen içerisinde, kafamızı kaldırıp baktığımızda, her yerden gözüme/gözümüze çarpan kule, bizim distopyamızın simgesi artık. Distopya kelimesi daha sözlüğümüze girmemiş. Ne olduğunu anlayabilmek için, ütopyanın ne olduğuna bakmamız gerekiyor. Ütopya, Thomas More’un romanından hareketle “mevcut olmayan fakat gerçekleşmesi arzu edilen düzen; gerçekleşmesi imkânsız tasarı, düşünce veya kavram (http://lugatim.com/s/%C3%BCtopya)” olarak tanımlanmaktadır. Distopya ise olumsuz ütopya olarak düşünülebilir ve totaliter ve baskıcı toplumları ifade eder (https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Ctopya).

Bülent Somay, “ütopyacıların kabahati, bugünü bir yana bırakıp, yarını sıfırdan başlayarak, sadece kendi zihinlerinden doğacak bir kurgu olarak tahayyül etmeye çalışmalarıydı, distopyacıların kabahati ise, bugünün içindeki aykırı, devrimci ve yarına ait olan şeyi yakalamadan, yarını bugünün kapkara ve bin beter bir sureti olarak tahayyül etmeye çalışmalarıydı. Bugünü eleştirebilir, yarını tahayyül edebiliriz. Mesele kendimizin de bubugünün ve o yarının bir parçası olduğumuzu asla unutmamakta” diyor.

Şimdi buradan çıkış yolumuzun hikayelerimiz olduğunu düşünüyorum. Bir birimizin anlattıklarını dinleyerek ve anlayarak bir çıkış yolu bulabileceğimize inancımız var. Sarah Halimi’ye ne olduğunu merak etmemiz gerekiyor. Charlie Hebdo’da ne oldu durup dinlememiz gerekiyor. Bütün bunları her türlü dini ve etnik kimliklerimizi bırakarak, yüz yüze bakarak konuşmamız gereken yerdeyiz artık.

Müslüman, Hristiyan, Yahudi veya seküler dünyanın ayrımlarından ziyade, aslında insanlığın kaygıları ortak. Charlie Hebdo’da yaşananlarla ilgili çektiğimiz, acı, hissettiğimiz öfke ortak.  Bu acı bizi birleştiren nokta. Bu ortaklık üzerinden yeni bir dil ortaya çıkarabilmemiz gerekiyor. Geçmişin karanlık koridorları veya geleceğin bilinmezliğini bu dil ve anlatım ile biçimlendirebilirsek, huzursuz kalplerimiz biraz olsun rahat yüzü görebilecek. Bütün bu kurulu/kurgulanmış sistem bu yeni dil üzerinden biçimlendirilmek zorunda. Çünkü diğer türlüsü, kendi çocuklarını yutan bir canavara dönüşme tehlikesi içeriyor.

Evlerimize hapsolduğumuz, başka bir gelecek tasarısı bulunmaya çalışılan bu dönemde, yaşama sahip çıkma cesaretine ihtiyacımız var. Yaşadığımız tek bir hayatımız olduğunu hep aklımızda tutarak. Yalnızca kendimizi değil, ötekini de dinleyerek ve gözeterek.

Vaktimiz yok. Ailemize, kendimize öbürlerine ayıracağımız hiç vaktimiz yok. Ağaca, suya, buluta bakmak fuzuli. Sanayi içindeki otobüs durağında, akşam saati, soğuk yağmurda, bir yerlere yetişmeye çalışan insan suretleri. Yirmi dört saat akan şehir. Durmaksızın devam eden koşturma. Durursak düşeceğiz sanki. Kendimizi fark edeceğiz ve bütün dengemiz yitecek. Bisikletlerimizden düşeceğiz belki. Bir yerlerimiz çizilecek, o yüzden durmaksızın bir harekete hapsediyoruz kendimizi. O zaman hareketi hapsetsek, biraz, çok az da olsa anlar yaratsak kendimize.

Burada kendi hikayemizi anlatırken temel çıkış noktamız, şehir, hareket ve hız oldu. Öncelikle yaşadığımız yer olarak “kent” in sınırları, kıyıları ve kıyıları bakmak istediğimiz yerlerdi. Oraya bırakılanlar, orada unutulanlar, oraya sıkıştırılan hayatlar görmeye çalıştıklarımız oldu. Sokaktaki hareket ve devinim, bütün bu süreçte, ifademizi ve anlatımımızı yeniden ve yeniden üretti/yaptı. Bambaşka bir yol ve anlatım buldu kendine. Hareket, devinim ve ışık oyunlarının eklenmesiyle canlanan yeni bir yol…